Şimdi onu en
anlaşılmaz şekliyle tarif edebilirim. Kainat üstü bir iş var bu işte. Onu nasıl
çirkinleştireceğimi bilemediğim zamanlardan birinde elim dalmıştı kalın iplikli
hırkasına. Az sevmiş, çok düşünmüş biri elini bir hırkaya ne kadar kibar daldırırsa
o kadar kibardım bunu yaparken. Dört anahtar, bir kart yokladım ama avucumun
bir anda yakalayabildiği sadece anahtarlardı. Demir açacakları okudum tek tek.
Kısaltılmış anahtar markaları en az nüfus memuru tarafından yanlış yazılmış
soyadlar kadar anlamsız ve kalıcıdır diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Gelecek
sonbahar senin evinde görüşürüz” dedim. “Bugün 31 Ağustos””Yarın da henüz
gelecek” dedim. Karnının içi eminim elbisesinden daha çiçekli şimdi. Elmacık
kemiklerinin seyirişinden anlıyorum bunu. Kuru dudak pullarının arasından geçen
rujlu sesini kesiyor. Kirpikleri onlarca çocuğun açılmış elleri gibi yayılmış.
O kirpiklerin altından gözbebeklerini yuvarlıyor. Kızgın mı? Kırgın mı? Dehşete
mi kapılmış? Sakince sövüyor anlayamıyorum. Güzellikle sövmenin kesiştiği
kadınlar daima kışkırtıcıdır. Sizi her şey için kışkırtabilirler. Ama en çok
yalan söylemeye. Onlara yalan söyleyerek gücünün menzilinden çıkmış hissedersiniz
kendinizi. İşte tam da ihtiyaç açlığında söyledim o yalanı. Ben kördüm biliyor
musun ? Kanarsa ne ala bir zafer. Kanmazsa ne aptalca bir gevezelik. Bir tutam
saçını omzunun gerisine atarken saç kırıklarıyla omzunu süpürüp bana doğru
eğildi. Masanın üzerinde bizi ayıran yol onun kolu ve sarı ojeleri şimdi. Onun
hastalıklı duygusunun belirtisini bekliyorum usulca. Yanımızdaki kestane
kuzinesi ve tepemizdeki sarı ışık olmasa donardım ama yalnızca üşüyorum şimdi.
“Senin sahnelerin midemi bulandırıyor” dedi. Hangi sahne? Üç hayat sahnesi
çektim bu kadınla. Acaba en çok hangisi? Gönlen ve aklen karışık olmayan
üç sıradan sahne. Kömür parmaklamış gibi
gururum. Ne yapmış olabileceğim hakkında olasılıklar dünyasında beceriksiz bir
tahminciyim.
İlk sahnemizin adı
kardeşlik. Mekan bisiklet parkuru. Dış
çekim. İçsel doyumsuzuk, yandan bakıldığında her zamanki gibi bir durum. Üstten
bakılınca tanrının ufak bir atraksiyonu. Onun için düz gideni bozma niyeti.
Benim için bir niyet söz konusu değil. Niyet diyetindeyim ergenliğimden beri. Bankta
oturmuş bisikletimin tekerleğine bakıyorum. Kesişen demir şeritlerle bölünmüş
bir yuvarlak. Yanıma oturan bereli kız da oraya bakıyormuş gibi geliyor. Ama
kondurmuyorum.
-
Dilimlenmiş pasta gibi görünüyor değil mi?
-
Yooo ikiye bölünmüş portakal. Biraz susuz ve
lezzetsiz tabi.
Nedense gülüyoruz. O gün gülmeye çok ihtiyacımız var.
Beraber somurtacak kadar yakınlığımız yok. Tanışıklığımız bank boyu. Söylenen,
kupkuru doğduğumuzdan beri taşıdığımız isimler. İçilmiş sade kahve. Montlu bir
rahatlık. Yani ilk sahnede mide bulandıracak hiçbir şey yok. Ayrılırken
tokalaşmamız da belki mideye ulaşmıştır ama uzun sürmediği için orada
asitlenecek fırsatı bulamamıştır. Diyet usulü bu tanışmadan zihnimin
tırtıkladıkları bu kadar.
O anki görüntüsünü
kopyalayıp bir gotik resme yapıştırabilirim ve o resmi gören kimse yadırgamaz.
Telefonu çalıyor. O cilvesiz kadın bir anda kostüm değiştiriyor. Şimdi gece
elbisesiyle salona girer gibi damlıyor sevgilisinin kulağına. “Tamam şimdi
konuşuyoruz canım. Ben seni görüşme bittikten sonra ararım” Sonra bana dönüp “
Hakan’la çalışacak mısın?” diye soruyor. “Yetenekli. Kabına sığamaz ve yeri
gelince arsız. İnsan ondan daha iyi bir asistan bulamaz. Neden bu kadar
düşünüyorsun. Settekiler çok mu iyi?” “ Yarın konuşuruz. Yarın ben sen gelmeden
evde olurum” Anahtarları almak için buyurgan bir tavır. Girmiyorum o kapıdan
içeri daveti reddediyorum. Anahtarlar cebimde ne soğuk. Biraz olsun bıraksaydım
avucumun içinden, cebime teslim edebilseydim rahatlardım belki. Ama yok. O
anahtarlar sokacak beni girmek istediğim yerden içeri. Öyle kolay teslim etmem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder