22 Ocak 2013 Salı

PARANORMAL BAŞLANGIÇ


 Şimdi onu en anlaşılmaz şekliyle tarif edebilirim. Kainat üstü bir iş var bu işte. Onu nasıl çirkinleştireceğimi bilemediğim zamanlardan birinde elim dalmıştı kalın iplikli hırkasına. Az sevmiş, çok düşünmüş biri elini bir hırkaya ne kadar kibar daldırırsa o kadar kibardım bunu yaparken. Dört anahtar, bir kart yokladım ama avucumun bir anda yakalayabildiği sadece anahtarlardı. Demir açacakları okudum tek tek. Kısaltılmış anahtar markaları en az nüfus memuru tarafından yanlış yazılmış soyadlar kadar anlamsız ve kalıcıdır diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Gelecek sonbahar senin evinde görüşürüz” dedim. “Bugün 31 Ağustos””Yarın da henüz gelecek” dedim. Karnının içi eminim elbisesinden daha çiçekli şimdi. Elmacık kemiklerinin seyirişinden anlıyorum bunu. Kuru dudak pullarının arasından geçen rujlu sesini kesiyor. Kirpikleri onlarca çocuğun açılmış elleri gibi yayılmış. O kirpiklerin altından gözbebeklerini yuvarlıyor. Kızgın mı? Kırgın mı? Dehşete mi kapılmış? Sakince sövüyor anlayamıyorum. Güzellikle sövmenin kesiştiği kadınlar daima kışkırtıcıdır. Sizi her şey için kışkırtabilirler. Ama en çok yalan söylemeye. Onlara yalan söyleyerek gücünün menzilinden çıkmış hissedersiniz kendinizi. İşte tam da ihtiyaç açlığında söyledim o yalanı. Ben kördüm biliyor musun ? Kanarsa ne ala bir zafer. Kanmazsa ne aptalca bir gevezelik. Bir tutam saçını omzunun gerisine atarken saç kırıklarıyla omzunu süpürüp bana doğru eğildi. Masanın üzerinde bizi ayıran yol onun kolu ve sarı ojeleri şimdi. Onun hastalıklı duygusunun belirtisini bekliyorum usulca. Yanımızdaki kestane kuzinesi ve tepemizdeki sarı ışık olmasa donardım ama yalnızca üşüyorum şimdi. “Senin sahnelerin midemi bulandırıyor” dedi. Hangi sahne? Üç hayat sahnesi çektim bu kadınla. Acaba en çok hangisi? Gönlen ve aklen karışık olmayan üç  sıradan sahne. Kömür parmaklamış gibi gururum. Ne yapmış olabileceğim hakkında olasılıklar dünyasında beceriksiz bir tahminciyim.
 İlk sahnemizin adı kardeşlik. Mekan bisiklet parkuru.  Dış çekim. İçsel doyumsuzuk, yandan bakıldığında her zamanki gibi bir durum. Üstten bakılınca tanrının ufak bir atraksiyonu. Onun için düz gideni bozma niyeti. Benim için bir niyet söz konusu değil. Niyet diyetindeyim ergenliğimden beri. Bankta oturmuş bisikletimin tekerleğine bakıyorum. Kesişen demir şeritlerle bölünmüş bir yuvarlak. Yanıma oturan bereli kız da oraya bakıyormuş gibi geliyor. Ama kondurmuyorum.
-          Dilimlenmiş pasta gibi görünüyor değil mi?
-          Yooo ikiye bölünmüş portakal. Biraz susuz ve lezzetsiz tabi.
Nedense gülüyoruz. O gün gülmeye çok ihtiyacımız var. Beraber somurtacak kadar yakınlığımız yok. Tanışıklığımız bank boyu. Söylenen, kupkuru doğduğumuzdan beri taşıdığımız isimler. İçilmiş sade kahve. Montlu bir rahatlık. Yani ilk sahnede mide bulandıracak hiçbir şey yok. Ayrılırken tokalaşmamız da belki mideye ulaşmıştır ama uzun sürmediği için orada asitlenecek fırsatı bulamamıştır. Diyet usulü bu tanışmadan zihnimin tırtıkladıkları bu kadar.
   O anki görüntüsünü kopyalayıp bir gotik resme yapıştırabilirim ve o resmi gören kimse yadırgamaz. Telefonu çalıyor. O cilvesiz kadın bir anda kostüm değiştiriyor. Şimdi gece elbisesiyle salona girer gibi damlıyor sevgilisinin kulağına. “Tamam şimdi konuşuyoruz canım. Ben seni görüşme bittikten sonra ararım” Sonra bana dönüp “ Hakan’la çalışacak mısın?” diye soruyor. “Yetenekli. Kabına sığamaz ve yeri gelince arsız. İnsan ondan daha iyi bir asistan bulamaz. Neden bu kadar düşünüyorsun. Settekiler çok mu iyi?” “ Yarın konuşuruz. Yarın ben sen gelmeden evde olurum” Anahtarları almak için buyurgan bir tavır. Girmiyorum o kapıdan içeri daveti reddediyorum. Anahtarlar cebimde ne soğuk. Biraz olsun bıraksaydım avucumun içinden, cebime teslim edebilseydim rahatlardım belki. Ama yok. O anahtarlar sokacak beni girmek istediğim yerden içeri. Öyle kolay teslim etmem.

MÜMKÜNLER


Mümkünler ince bacaklarıyla podyumdan yürürken  ruhen bodur kadınlar hep hasetlik duyar. Onların asla ulaşamayacağımız bir bedende salınmaları ruhumuzu tarar. Koca koca kadınlar çocukluğun sekilerine düşeriz. Sanki çocuk olursak affedilecek, kollanacakmış gibi sesimizde nice  şirinlikler, görünüşümüzde incelikler, hareketlerimizde gereksiz kırılganlıklar… Birinin bizi kollayacağını düşünürüz , o kadın halimizle çocuk görünmenin bizi kurtaracağını umarız. Batı da öyle işte. Doğu gibi sever, doğu gibi düşünür ama Batı hep o karamelize edilmiş benliğini sunar bir batılı gibi herkese. Batı örmez saçlarını, hurafelere inanmaz, uyanmaz er vakit ve hiç çok çalışmaz başkasının sahip olduğu şey için. Batı’nın kutbu çekse de doğunun meyvelerini, soğuk ve atıştırılacak dondurulmuş yiyeceklerle oyalar kendini. Ne zaman yollarda kıkırdaşan insan salkımları görse kınar, söylenir. Kınamak batıya özgü bile olsa doğu gibi söylenir işte. Aynada bir suret görür ki melodisinin içinde arabesk tek bir name yok. Ama ruhu oynaşır, bir rakkase gibi kıvırır. Bir doğulu gibi sezer ama bir batılı gibi yaşar. Çünkü Batı doğulu bir ailenin batılı gibi olmak isteyen ailesinin kızıdır. Bir batılı olma ümididir.
 Suyu ve şerbeti ayrışınca yani bir yanı batı bir yanı doğu olunca sığınır çocukluğa. Biri gelsin ister ,öyle biri, batıya dönmüş olsun yüzünü doğu olsun içi kaplasın benliğini. 
Yakınmak, dövünmek, gerinmek, sevinmek bakınız bunlar hep kendi kendimize yaptığımız işlerdir.

EN GÜZEL..


20 ve 30 yaş arası erken kadınlık dönemidir. Bu yaş dilimi insanı gereğinden fazla bir gerçek üstülüğe sürükler. Tüm fiziğiniz ve ruhunuzla erdiğimizi düşünürüz. Yaşadığımız her şeyi sonsuza dek sürecek ve en güzel yaşadığımız şey gibi düşünürüz. Oysa gerçek  otuzlarda başlar ve her şeyin  hep değiştiğini ve değişeceğini fark ederiz. O zaman rahatlar içimiz dinginleşiriz. Çünkü gerçek bir kere burnunuzun ucuna değdi mi kabullenmeye zorlar sizi. Kabullendikçe gevşersiniz. Zaten her ruhsal bunalımın temeli değişimi reddetmek değil mi? O yüzden olgunluk çağındaki kadınlar kendiyle gurur duymalı. Çünkü 30 lar bir kadının en güzel çağları.

30 Eylül 2012 Pazar

KREM ŞANTİDEN SAKAL OLUR MU?

    Öyle birşeydir ki yetişkin olmak.Herşeye yettiğini ve yetiştiğini sanırsın.Bu yüzden yetişkin olarak çocuğu da yetiştirmeye kendimizi adarız.Ama insan doğası zaten yetişmeye hazır hatta yetişmeye programlıdır.Çocuk siz itmeden kalkmaya çalışır. Siz iteklemeden apalamaya  hatta yürümeye başlar. Elinden tutmak sadece işi kolaylaştırır.Oysa bir bebeği olduğu gibi yerde bıraksak gücü yettiğini hissettiği an bunların hepsini yapmaya başlar. Diyelim ki hiç elinden tutmasanız ve çocuk beş yaşına gelse siz elinden tutmamış olduğunuz için yürümeyi öğrenmeme ihtimali yoktur. Bu iç güdüseldir. Her birey zamanla ayaklanacaktır. Tıpkı ruhu gibi. Olmamış gördüğünüz çocuk ruhunu sürekli telkinlerle yönetmeye gerek yoktur. Siz gerekli uyaranları çoğalttıkça ruhen ve manen çocuk ilerleyecektir. Sürekli telkin ve yönerge kınama her bireyi duyarsızlaştırır. Oysa beklediğimiz davranış henüz gelmiyorsa bu sadece çocuğun içinde o güdüyü harekete geçirecek olgunluk oluşmadığı içindir. Bazen yetişkinler olarak erken olgunluk bekleriz bu yüzden sürekli bu konuda fikir beyan ederiz. Oysa gerçek öğrenmeler daima vakti geldiğinde taklit etmekle olur. Örneğin her çocuk konuşur ve biz aslında ona konuşmayı öğretmeyiz. "Bak böyle cümle kurulur. Sesi çıkarmak için ağız böyle yapılır" gibi bir öğretme olmadığı halde nasıl çocuk kendiliğinden konuşmayı öğrenir? Sadece öykünerek. Hazır olduğu anda kendiliğinden deneyerek. O nedenle olmanın tek yolu sürekli öğretmek değil sürekli onu denemeye teşvik edecek uyaranları zenginleştirmek ve sakin kalarak çocuğun içinde belirecek doğru anı beklemektir. O yüzden doğru davranışı göremediğimizde bazen kızmak kınamak yerine görmezden gelmek ve sadece bunu yapmayı kendimizin tercih etmediğini belirtmek benim için yeterlidir. Yani bana göre tatlının üstündeki krem şantiyle sakal yapan çocuk yaratıcıdır. Zamanı gelince bu davranışı kendiliğinden yapmayacaktır. kaşıkla kremşantiden oluşan sakalını traş eder. Ben kafamı çeviririm ve bıyık altından gülümserim:) Ve dönüp ona ne kadar ayıp demem. Çünkü 7 yaşındayken herşeyin herşeye dönüşme hakkı vardır. Kremşanti sakala, ayakkabı bağı makarnaya, hırka uzun bir saça dönüşebilir. Sadece yedi yaşımızı hatırlarsak bunların hepsine ikna olabiliriz.
                                                                                                            PINAR MUMCU

15 Şubat 2011 Salı

TEMENNİ

Sözlerin dibine vurulmuş,birkaç romantik anın kesilip ulandığı bir kolaj içindeyim. Sağır olmuşum sonsuz bir çığlıktan ötürü. Kime kızsam öbürüne haksızlık… yerden avuçladığım pişmanliktır benimle gelecek bir sonraki aşka bir tek bunu biliyorum doğru dürüst. Kafam bir dünya, dünyam bir kafa kadarmış. Yarmak istiyorum dilimin neşteriyle bir yalan yumağını .köpüren bu öfkeyi parmak batırıp durultmak. Bir şans istiyorum, yeni bir tamlama kurmak için. Son kez sıkılaştırıp büyütmek istiyorum kendimi, önceyi hiçe saymış… artanları biriktirmeden çöpe atmak bir eskici için… bir yeniciye müjde olabilmek…sihirli değneği olan kahramanların omzuna binip öyle gezmek sopalarının ucunda bir yıldız olmak ya da buna ölesiye inanmak… keman yayı gibi gergin durmak bedenim çizilirken… filmler de toplanan bavullar kadar dağınık ama kararlı… bir tahmin olmak herşey bu kadar sabit ve kesinken… isteklerimi sıralamak ve nedenlerini açıklamamak… sonradan sevgi görenlerin kıymet bilmezliğiyle değil en başından bunun tadını bilerek iştahlanmak… iyisi ve kötüsüyle kırmızı kadife bir kumaş içinde teslim etmek yaşantılarımı ve dönmek açık sırtımı tenim pasparlak… dönüp içinden hiç bir şey almak istemeyerek gideceğimi bilerek dizdim bu satırları. Uzun olmaz böyle yolculuklar , hiçbir yol uzun olmaz böyle gidenlere biliyorum. Ama itme kendiliğimden gitmek istiyorum ve hiç çekme ben giderken bedenimden daha ağır olurum ve dünya bu dünya olmaz ki o bile çekip tutup kollayamaz. Öğüt istemez, olacaklar için. Çünkü o zaman olacaklar bu zamana benzemez. Çağ bu çağ , lisanlar bu lisan, bilinenler bugünkü öğrenilenler olmaz
NİSAN 2009 PINAR.